Ahmed uçsuz bucaksız çölde, küçük bir su birikintisi etrafında yerleşmiş dört köyden birinde yaşamaya çalışan bir gençti. Dört köy tarih boyunca bu su birikintisinin sınırları için kavga etmekteydi. Ahmed ise bu kavgaların gereksiz olduğunu, dışarıda bambaşka bir hayatın mümkün olabileceğini düşünüyordu.
Dört köyün bireyleri dünyanın o çöl ve su birikintisinden ibaret olduğunu sanmaktaydı oysa. Genç kahramanımız bu hikayenin baş rolünü hak ettiğini gösterircesine bir sabah evini, köyünü terk ederek yeni bir yerleşim yeri bulmak için yola çıkar. Çölün zorlu fırtınalarına, gündüz sıcağına ve gece ayazına göğüs geren Ahmed dermansız kaldığı bir akşamüzeri öleceğini anlayarak son kez ufuk çizgisine bakar. Çöl tepelerinin üstünde direkler görür, Ahmed cennetin böyle olacağını hiç düşünmemiştir, ölmeden önce son düşüncesi bu olur. Konuşmalar, uğultular… Bu seslere daha fazla dayanamaz Ahmed, gözlerini açtığında başında toplanan insanları görür. Bu insanlar farklı bir dil kullanmaktadır ancak işaretlerle ona zarar vermeyeceklerini anlatırlar. İçinde bulundukları evden iki adamın yardımıyla çıkar ve gördüğü manzara karşısında şok geçirir; Koca bir su ama ucu gözükmemekte, esas ilginci üstündeki yüzer evler.
Ahmed, yüzer evlerin ortasındaki direkleri görünce bayılmadan önce gördüğü cennet direklerinin bunlar olduğunu anlar. İki, üç gün kadar limanda kalır kahramanımız ve yabancılardan aldığı hediyeler ile köyüne geri dönmeye koyulur. Yine zorlu bir yolculuğun sonunda köyüne vardığında dört köyün ileri gelenlerini çevresine toplayarak gördüklerini anlatıp aldığı hediyeleri göstermeye başlar. Ahmed farklı bir hayatın mümkün olduğunu, başka insanların, başka diyarların olduğunu söyler ve hep beraber o küçük su birikintisini bırakıp yeni yerlere göç etmelerini önerir. Köylerin ileri gelenleri ilk defa birlik olup Ahmed’in herkesi ölüme sürükleyeceğini, bu su birikintisinin tek su kaynağı olduğunu söylerler. Köylüler, o ilk heyecanlarını atıp kaderlerini yine atalarının yaptığı gibi o küçük su birikintisine bağlamaya karar verirler. Ailesini bile ikna edemeyen Ahmed tek başına yine kendini yollarda bulur. Bir daha kimse Ahmed’den haber alamaz ve zamanla adı bile anılmaz olur. Ahmed yabancılarla gitmiş midir? Güzel bir evi, ailesi olmuş mudur? Bu sorulara cevap veremiyoruz ancak köyünde kalsaydı nasıl bir hayat süreceğini hepimiz biliyoruz.
Köyünde kalsaydı diğerleri gibi hayatını o küçük su birikintisinde daha fazla pay kapmaya adayacaktı ve her günü kavgalarla, kısır döngülerle geçecekti. Profesyonel pazarlama dünyası sürü halinde aynı mecralarda, aynı stratejilerle ilerleyerek yaşamaya çalışıyor. Bu kısır döngü her gün yaşanıyor ve aslında kimse neyi neden yaptığını bilmiyor. Yönetimlere toz pembe raporlar gidiyor, takipçiler ve like’lar arttırılıyor ancak ne amaçlandığı bilinmiyor. Pazarlamanın Ahmedleri, hikayemizdeki Ahmed gibi ötekileştiriliyor, cahillikle suçlanıyor, sürüden kopmaması isteniyor. Ahmedler belki ne olacağını bilmiyor ancak ne olmaması gerektiğini iyi biliyor, örneğin bu kopya çalışmaların, aynılığın bir sonuç getirmeyeceğini çok iyi biliyor. Davut heykelini nasıl yaptığı sorulduğunda Michelangelo’nun dediği gibi; “Mermerden Davut ile ilgili olmayan şeyleri çıkardığımda kendiliğinden ortaya çıktı.” Bazen yapılmaması gerekeni bilmek en büyük yol gösterici olabiliyor ve bu kadar aynılaşmış iletişim çalışmalarına Ahmedler gerekebiliyor.
Görsel kaynak; http://www.ilkresim.com/Photo/Pics/Col-Manzarasi_099de.jpg
Leave a Comment